18 Ocak 2013 Cuma

Günün şarkısı defalarca dinlenesii.

 
 
 

belki vol:2 :)

Belki de seni deniyorumdur olamaz mı ?

Belki..

Belki çok fazla umutlanıyorum ya da hayal kuruyorum. Ama en azından deniyorum ve bundan hiç pişman değilim.

İnsanoğlu


İnsanoğlu mutluluğu hor kullanıyormuş...

Hep şikayetçi, hep bıkkınmış. Bir gün melekler, mutluluğu saklamaya karar vermişler; “Saklayalım da zor bulunsun, belki o zaman kıymetini bilirler. “Peki, nereye saklayalım? Everest’in tepesine mi, Atlas Okyanusu’nun dibine mi? Dondurma külahına mı, şarap şişesine mi? Ya da Taçmahal’in kubbesi belki de en iyi mahaldir mutluluğu saklamak için. Pek çok yer düşünmüşler ama hiç biri yeterince zor gelmemiş. Meleklerden biri “İçlerine saklayalım“ demiş. “Kimsenin aklına gelmez içine bakma, içinde aramak.“
bugündür mutluluk herkesin içinde
İşte o gün saklıymış.

Kolay kolay gülmüyor insanın yüzü. Ama gözlerinizi başkasının ekmeğine, servetine, huzuruna, dikmezseniz, içinize döndüğünüzde belki o saklanan mutluluğu bulabilirsiniz.
bir pencere aralamıştı bana , o pencereden giren temiz havayı ciğerlerime dolduramıyordum ama kokusunu alabiliyordum .

 

ipanter:

bende lan :/
 

2 Ocak 2013 Çarşamba

Basit Yaşamak Gerek Hayatı

Can Yücel’in eski ama güzel bir fantezisi var. Hayatı tersten yaşasaydık ya diyor.


Dirilmek doğum, doğum da ölüm olsaydı…


Kendim için hayal ettim nasıl olurdu bu… Hayal etmek zorladı zorlamasına da, düşündürttü bir o kadar da.


Başkasının yaşamı değil, kendi hayatımdı oysa fantezisini kurmaya çalıştığım.


Neyse, önce dilerseniz Can Yücel’in o yazısını bir hatırlayalım, sonrasında da devam edelim:


“Yaşamın en tatsız tarafı sona eriş şeklidir. Şüphesiz ki yaşamı tersten yaşamak daha güzel hatta mükemmel olurdu.


Nasıl mı?


Cami’de uyanıyorsunuz. Bir tahta sandık içersinde, herkes karşınızda saf durmuş, iyiliğinize dua ediyor ve tüm haklar helal edilmiş vaziyette.


Tabuttan doğruluyorsunuz, yaşlı, olgun ve ağırbaşlı olarak. Herkes etrafınızda, büyük bir itibar, iltifatlar, çocuklar, torunlar hepsi hazır.


Arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz. Doğar doğmaz devlet size maaş bağlıyor, aylık veya üç ayda bir maaşınızı alıyorsunuz. Ne güzel, hazır maaş, hazır ev…


Altmışlı yaşlara kadar herşey garanti, huzur içinde yaşıyorsunuz. Sağlığınız gittikçe düzeliyor. Kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz.


Bir gün çalışmak istiyorsunuz ve işe ilk başladığınız gün size hoşgeldin hediyesi olarak bir plaket ve altın kol saati veriyor patronunuz..


Ve Genel Müdürlük veya bunun gibi yüksek bir makamdan tecrübeli bir insan olarak işe başlıyorsunuz. Herkes karşınızda elpençe divan.


Vücudunuzda da bazı hoşa giden hareketler de başlıyor. Gittikçe zayıflıyor forma giriyorsunuz. Diğer hormonal aktiviteler artıyor, fevkalade… Aman ne güzel günler başlıyor…


Derken bir gün patron size artık üniversiteye gitsen daha iyi olur diyor. Bu arada babanız ortaya çıkmış, “fazla çalıştın” diyor “artık eve dön, işi bırak, okumaya başla, harçılığın benden olsun…”

Keyfe bakar mısınız?

Okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor. Ekmek elden su gölden bir dönem başlıyor. Partiler, diskotekler, kızların sayısı artıyor.

Derken anne ve babanız sizi götürüp getirmeye başlıyor, araba kullanma derdi de yok artık…

Günün birinde sizi okuldan da alıyorlar, “evde otur, keyfine bak, oyuncaklarınla oyna” diyorlar…

Mamanız ağzınıza veriliyor, zaman zaman altınızı bile temizliyorlar, hatta bu durum alışkanlık
yaratıyor ve hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz.

Derken anneniz bir gün size süt verme kararını alıyor ve başka bir keyifli dönem başlıyor. Mama artık her yerde, her an ve en taze şeklinde hazır.

Bir gün karanlık ılık ve sıcak bir ortama giriyorsunuz. Beslenmek için ağzınızı açmaya dahi gerek yok, bir kordondan besleniyor sıcacık yumuşacık gürültü ve patırsız bir ortamda yaşıyorsunuz.

Küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir hücre halini alıyorsunuz.

Ve günün birinde müthiş keyifli bir orgazm ile hayatınız bitiyor…”

——-

Şimdi kendimize uyarlasak bu hayali.


Ben başlıyorum, sonra da siz devam ediyorsunuz =)


100+ yaşlarındayım, cami’de uyanıyorum.


Sayıca fazla değil karşılayanlar ama hepsi epey bir renkli kişilikler. Yüzlerinde hoş bir tebessüm var.

Ağlayan yok.

Bekliyorduk der gibiler, zamanı gelmişti…


Hepsinin ortak yanı biraz yorgun olmaları. Akşamdan kalmalar sanki.


Sonradan öğreniyorum. Dün gece de buradaki herkes berabermiş. Birlikte yiyip içmişler. Ortak konuları ben olsam da, herkesin kendince anlattıkları farklı olmuş. Değişik ve hoş bir geceymiş.

Uyanmayla beraber ilk işim, yanımda elimi sımsıkı tutan hatunun gözlerindeki yaşları silmek oluyor.

Engel olamadığı yaşlar onlar.

Kızlı erkekli torunlu torbalı kalabalık bir grup var hemen yakınımda. Bunlar çocuklarım ve torunlar olmalı. Güreşmeye başlıyoruz hemen oracıkta. Yorulunca da basıyorum birinin kıçına tekmeyi.

Kahkaha sesleri geliyor çevreden…


Annemle babam yoklar ama ortada. Soruyorum… Sonra gelecek onlar diyolar.


Deniz kenarına tahtadan yapılmış ufak bir eve geçiyoruz. Bol hayvan ve bitkinin olduğu… Şehre ne çok uzak, ne de yakın. Yetiştirdiklerimizle besleniyoruz.


Her daim gelen gideni bol, hoş sohbetlerin döndüğü, keyifli tartışmaların olduğu bir mekan…

Deniz ve kara arasında mekik dokuyorum. Her ikisi de güzel ama sanki denizde daha bir mutluyum.

Bol bol gezmeler başlıyor sonra. Farklı, adı sanı duyulmamış yerler… Dağlar bayırlar…

Sonra “iş” adı altında koşuşturmaca artıyor biraz. Ama çok haz aldığım belli. Hobimi yapar gibiyim.

Bir gün ansızın annemle babam geliyorlar. Çok mutlu oluyorum onları görünce. Sarsılıyorum biraz da.

Torunlar sepetler beliriyorlarlar ardı ardına. En heyecan veren ise üçüz çocuklarımızın haberi.

Sonra okula alıyorlar beni. Bir takım dersleri anlatıyorum önce. Öğrencilerin hepsi arkadaşım. Ders verenden ders alan konuma geçmeyi biraz garipsesem de, sürekli ilginç şeyler öğreniyorum.

Güzel olan ise; ilgimi çeken konulara odaklanmamı destekliyor herkes.

Serserilikler başıma iş açıyor. Veletlik yılları hep haylazlıkla dolu.

Sonrası anne karnı. En etkilendiğim yer. Hala çözemediğim bir mucize bu.

——
Siz de deneyin. Yazın kendi tersten yaşamınızı. Sınırsızca hayal kurarak hem de.

Göreceksiniz, o kadar içinden çıkılmaz, karmaşık değil esasında hayat. Beklentilerimiz de.

Bir kez daha fark ediyorum ki; hayatta en mutluluk veren şeyler gerçekten en basit olanlar.

Basit yaşamak gerek hayatı. Kendin için öncelikle.

Sonra sevdiklerine daha mutlu bir “sen” olacaksın, onların istediği de daha mutlu bir sen’in yanlarında olması değil mi?

Önce sen.

Tap,Tep,Tapın,Tepil.

senin en sevdiğim yerin
sana karşı durunca bana doğru gelişin
sana doğru geldikce beni geri itişin”

diye yazmıştım not defterime denize atfen. galiba bu doğanın kanunu. bi düşünsenize siz kıyıdayken size doğru gelen dalgalar siz onlara gittikçe sizi dışarı itiyo

Evet ana hatları ile bakılırsa sadece bu. Eski sözlerle donatılmış bir kendine güvensizlik abidesi.

- Olum çok yüz veriyosun biraz ağırdan al

- Şekerim bu ne mıç mıç mıç, biraz kapris yap bak nasıl ayağının dibinden ayrılmıyor !!

Bu bana bazı ilişkilerimi hatırlattı. 4s kuralını denedim ve denendim.
Aslına bakarsanız işe yarıyor, ama neden ?

Çünkü Türk toplum ve aile içi öteleme yasasına göre (şimdi uydurdum)

1- Karşındakini haksız çıkarmak istiyosan saçlarının bozuk olduğunu söyle
2- Bir tartışmada üsttü olmak istiyorsan tartışma karşındakinin haksız olduğu üzerine başlasın
vs vs

Bu yöntemlerle büyümüş gerçek değerini bilmeyen bir büyüme makinesinden çıkmış yeni modeller, kendi değerlerini karşılarındaki insanların üzüntülerinde ve çaresiz çırpınışlarında görürler.

Düz mantık = Eğer benim için ağlıyorsa ve yaptıklarıma rağmen hala yanımdaysa ben gerçekten değerli biriyim ve öyle kalmalıyım

2. adım = Dur şundan ayrılayım biraz peşimden koşsun yalvarsın!!!

Biraz da karşı taraftaki hala ne olduğunu bulmaya çalışan krem peynir tadında arkadaşa bakalım.

- 4s kuralındaki hangi bölümüm ben ?

Bu vaziyette birini tanımlamak o kadar da kolay değil. İyi niyetli bir şekilde karşısındaki insanın değerli oldugu kabul edip öyle davranır. Yani iyi davranır….

Ama sonun başlangını görmek ona değil, çünkü o kadar gözleri açılmamıştır ve açıldığında at gözlüklerim nerde? der gibi hemen pollyanna moduna girer.

- Acaba ne yapsam da mutlu etsem?
- Dur bir mesaj atayım da mutlu edeyim
- Lan bu parayla nereye gidilir ki dur biraz borç alayım

Gibi sürekli karışısındaki kleopatra’ya hizmet etmek ister.

Ama benim akıllarınızda kalmasını istediğim şey şu:

Başınıza hep kötü şeyler gelsin!! (kaza bela hariç)
Gelsin ki gözünüz biraz da eteğin altını görsün. İnsanları tanıyın, daha da önemlisi eğer değerliyseniz bunu öğrenin.

Kendinizi tanıyın en başta. Neyi hakedip neyi haketmediğinizi öğrenin. Karşınıza benzer biri çıktığında gömülmüş bir savaş baltanız olsun….

İçimdeki Serseri

Benden yaşça büyük bir arkadaşımla konuşuyorum.

Evlenmeyi düşünecek kadar seviyor bir kızı.

Bir sevgilide aradığı her şey var kızda. Zekası, insanlığı, enerjisi, duruşu, fedakarlığı, dürüstlüğü, samimiyeti, teni, kokusu… Ona karşı gizlemediği bir tutkusu var her şeyden önce. Bizimkinin de ona. Sevgi; ‘sevgili’ yapmış onları.

Birlikteyken vaktin nasıl geçtiğini anlamadıkları, yanında değilken özlediği… Kaybetme korkusu yaşadığı biri olmuş onun için.

Ancak (arkadaşımın tabiri ile) “eski kiracılar” da etrafta hala! Kalçasını çalıştırıp başka bir tarafını çalıştıramayan türden kiracı bunlar. “Daha az hal hatır sorsam da, varlar. Ancak şu da var ki, kontratı bitenin yerine yeni kiracı almıyorum.”

Emin misin diye gözünün içine bakınca itiraf ediyor: “Hmm, haklısın… Eskiye oranla daha az alıyorum ama inan boşalan daireler var!”

Eski defterleri kapatamıyorsun hemen!

Böyle durumlarda kiracılarla iletişim için, ikinci bir numara alıyorsun ve ikinci bir msn ve ikinci bir email adresi… Yapıyorsun gerekli tembihleri de.

Sonra veriyorsun sevgiline asıl kullandığın msn şifreni ve facebook şifreni ve email şifreni. Hatta cep telefonunu. Al diyorsun, hepsine gir bak, kullan. Artık sadece sen varsın.

Bu mudur dedim güven sağlamanın yolu?

Bir parantez açalım burada:

O kadar sık rastlıyorum ki bu sevgiliyle şifre değiş tokuş olaylarına.Güven sağlamanın ilk akla gelen, en pratik yolu olmuş. Kimi gönül rızasıyla, kimi istemeye istemeye…  Bunu isteyebilmek de, verilince almak da açık açık sana güvenmiyorum demek değil mi?

Güven duymanın azı veya çoğu olmuyor. Sana biraz güveniyorum diyemiyoruz kimseye. Ya var, ya yok. Ve bunu anlamanın yolu şifrelerden geçmiyor tabii ki. Birlikteyken yaşananlar yetiyor.
Tüm doğallıyla yaşananlar sadece…

Geçmişte olup bitenler, adı üstünde; geçmiş. Benim önceki ilişkilerimi sorgulama. Zaten tek taraflı dinlemiş olacaksın. Hiçbir zaman da anlamayacaksın olup biteni. Ben bile çoğu kez anlayamıyorum. Matematik formülü değil ki bu duygu işleri.

Ben seninle yeni bir sayfa açıyorum. Bunu sen de istiyorsun. O yüzden açıldı bu sayfa. Beni nasıl tanıdığınla karar verdin. Yaşadıklarımızla… Tüm doğallıyla… Bırak, bunun üzerine inşa etmeye devam edelim bir şeyleri. Birbirimize güvenip; ya hayal kırıklığı yaşayıp acı çekeceğiz ve bitecek. Ya da sevgimizi yaşayacağız doyasıya.

Neyse, kapatalım bu parantezi burada. :)

Kiracılar özlüyor tabii arada ev sahiplerini!

Bu tarafta da hoşa gidiyor özlenmek. Arada kaçamak yapmak. Ve yakalanmamak… Bir futbolcunun kaşla göz arasında elle gol atması gibi bu. Skor tabelasına yazılıyor o gol sonuçta. Alt etmenin verdiği zafer hazzını yazmaya ise; yetecek bir skor tabelası yok henüz. Ama olsun. Onun keyfi de soyunma odasında çıkıyor: “kimseye söyleme, golü elle attım!”

“Evleninceye kadar ama abdulkadir diyor. Ondan sonra inan hiç kiracım kalmamış olacak.”

Peki ne oluyor evlenince? Atılan bir imza seni nasıl bu kadar değiştirecek?

Değiştirecek “gibi yapacak” başlarda, bu doğru. İmzadan önce yok edilecek o alınan ikinci numaralar, msn adresleri… Sen bile şaşıracaksın, hatta gurur duyacaksın kendinle. Ancak nereye kadar. Onlara nasıl ulaşacağını biliyorsun sonuçta. Olmadı, yeni kiracılar hep yok mu etrafta? Emlakçıları geçiyorum zaten!

Bir de evlenince, gündelik yaşamın monotonluğunu aşmak daha bir zor gelmeye başlayacak.Aşkın o büyüsü azalacak.

“Papaz hep aynı pilavı yemekten sıkılıyor mu demek istiyorsun yoksa?”

Sıkılabilir gerçekten. Peki o pilavın yanına kuru fasulyeyi yapacak olan kim? Bunu akıl edecek, fasulyeyi bir gece önceden suya yatırıp, ertesi günü pişirecek olan? Papaz tabi ki. Sıkılan o sonuçta… Pilav üstü kurudaki o pirincin tadı bambaşka gelmeyecek mi şimdi ikinize de?

Bu zahmete girmeyip lapa pilavı tercih etmek, elindeki pirinci de kaybetmeye razı olmak demek. Ve bu riski almaya onay veren sensin.

“Hayır abdulkadir” dedi, “onu kesinlikle kaybetmek istemiyorum.”

Peki o zaman neden kiracıları hemen bir günde çıkartmıyorsun? Azaltmak, kira toplamaya devam etmek demek değil mi? İstersen bir anda kesersin.

Durdu…

Bak dedim, kaçamak yapacaksan bir gün yakalanmaya razı olacaksın. Yeni msn veya mail adresi seni nereye kadar korur? Sokağı var bunun. Sen onu görmezlikten gelsen, o gelmeyebilir. Ayrıca senin gol krallığına oynamanı kıskananlar da vardır hep etrafta. Kimi nereye kadar kontrol edeceksin? İstediğin kadar deneyimli, istediğin kadar zeki ol; bir yerde patlarsın. Hem unutma, kadınların özellikle bu konularda bizde pek olmayan sezgileri var. Çok da iyi arkadaşlar o kendi iç sesleriyle.

Yine durdu…

Şimdi patladığın anı hayal edelim. Golü elle atıp, yakalandın. Karşılıklı konuşuyorsunuz. Neden diyor sana… Neden?

Kıvırırsan anlar. Onda olan iç sesi hatırla. Daha öncekilerde sen olayı kotardığını düşündün, o da yemiş gibi yaptı. İlişki sürsün istiyorsan; son kurşunun yalan söylemek değil, cesaretle doğruyu söylemek. Nasıl olsa bir gün yakalanacağını biliyordun, işte o gün; bugün. Madem deneyimlisin, zekisin de… Ne cevap vereceksin?

Papaz hikayesini düzgün bir dille anlatmak tabii ki işin doğrusu. Bunun dışında söyleyeceğin her şey kıvırmak olur. Merak etme, o zaten bunun farkında. Senden duymayı istiyor sadece.

Asıl sorun ise bunu duyduktan sonra başlıyor. Çünkü şimdi, o içten içe kendini suçlayacak. Sana yetemediğini düşünecek. İşte bunu düşündürtmek ona yapabileceğin en büyük haksızlık… Çünkü sorun onun yetersizliği değil, senin kuru fasulyeyi yapmayı akıl edememendi. Tembelliğindi.

Ayrıca var olan bir sorunda çözümü sadece karşıdan beklemek, yapılan en büyük hata oluyor çoğu kez. Sorunun kaynağı sadece karşı taraf bile olsa, bunu birlikte çözeceğiz. ‘Ben sana söylemiştim’ yetmez. Birlikte üstesinden geleceğiz.

Onu kaybetmek istemiyorum diyordun?

“Evet, istemiyorum… Üstelik işin ilginç yanı biz birbirimize yetiyoruz da. Her anlamda. İçimdeki serseri bunları bana yaptıran.”

O zaman, o serseriyle sevgilini de arkadaş yapacaksın. Onun başta vurulduğu da muhtemelen senden çok oydu zaten. Yapamazsan da, serserinle başbaşa kalıp lapa pilavın keyfini süreceksin. Tıpkı Issız Adam‘ın yaptığı gibi.

Kapıdan çıkarken arkamdan seslendi:

“Apoo, kiracıların hepsiyle yarın kontratları fesh ediyorum!”

Çırılçıplak Ruhuma Teslim Olasım Geldi.

 
orada olasım,
fransızca öğrenesim,
çocuk olasım,
sarılasım,
savaşanlara lanet edesim,
avazı çıkana kadar bağırasım,
ağlayasım geldi doya doya…
o sahnede,
o şaşkınlıkta,
o duygu selinde,
boğulasım…




Je T’Aime – Lara Fabian Live Nue – 2002

Kendimle yüzleşmek...

Farkettim ki eli yüzü düzgün insanların “çekicilikleri” bende ne büyük bir “hayranlık” uyandırıyormuş.
Meğer ben hiç “güzelliği” doyasıya yaşamamışım ki.
 
Farkettim ki “başarı hikayeleri” bende ne abartılı heyecanlar yaratıyormuş.
Meğer ben hiç büyük bir “zafer” elde etmemişim ki.
 
Farkettim ki “umut” kelimesinin anlamı bende ne sığmış.
Meğer ben hiç “umutsuzluğa” düşmemişim ki.
 
Farkettim ki ben kendi küçük dünyamda ne mutluymuşum.
Meğer ne ufakmışım ben.

Onu nette gördüğüm ilk anı hatırlıyorum.
 
Elim “kapa” tuşuna gidip daha fazla izleme diyor; “yüreğim” ise merak ediyordu.
Daha ilk saniyelerden belli etmişti oysa kendini.
 
Farkındaydım.
Göreceklerim öylesine beynime kazınacaktı ki…
Bir daha asla kaçamayacaktım o kendimce “samimi” sandığım bahanelerimden.
 
Gördüklerime inanmak istemeyişim,
Kendimle yüzleşmek istemememden miydi?
Belki de…
 
Doğuştan kol ve bacakları olmayan bu Avusturalyalı adamın adı Nick Vujicic:
“Yol alırken bazen düşebilirsiniz. Düştüğünüz zaman ne olur, tekrar ayağa kalkarsanız. Ancak hayatta bazı anlar vardır ki, düştüğünüzde tekrar ayağa kalkacak gücü kendinizde bulamazsınız.
Umudunuz var mı?
Kolları ve ayakları olmayan birinin düştüğü zaman tekrar kalkabilmesi imkansız bir şey olmalı, değil mi? Ancak değil!
Yüz kere kalkmayı denesem ve yüzünde de başarısız olsam, vaz mı geçeceğim? Hiç mi ayağa kalkamayacağım? Başarısız olursam yine deneyeceğim, yine deneyeceğim.
Bilmenizi istiyorum ki bu bir “son” değil. Önemli olan “nasıl bitirdiğiniz?” Güçlü bitirecek misiniz?”
nick vujicic26 yıllık hayatında;
Hiçbir kızın elini tutamamış,
Kimseyle el sıkışamamış,
Sevdiğine doyasıya sarılamamış,
Dans edememiş,
Hiç koşamamış olan o olsa da…
 
Şimdi bana söyler misiniz;
Gerçekten “eksik” olan kim?

1 Ocak 2013 Salı

KIZLAR: KENDİNİ TANRIÇA ZANNEDEN ZAVALLILAR


Sert bir başlık oldu, biliyorum. Size de bu gerek zaten. Şimdi “Her kız bu iddiaya muhatap değildir, “iyi” kızları tenzih ederim.” demek isterdim ama demeyeceğim. Öyle dediğim zaman, kendini tanrıça zanneden malum zavallılar da “Ayhh, ben böle diilim kie!” deyip kendini “iyi” kızlar kategorisine sokuyor. O yüzden bu sözlerim tüm kızlara, hepiniz üstünüze alın bir zahmet.



Neden böylesiniz siz, anlamıyorum! Aslında çok iyi anlıyorum. Ne kadar tipsiz olsanız da – ben tipsiz değilim ki demeyin, duydum dediğinizi- peşinizde dolaşan üç beş (özür diliyorum ama bu kelimeyi kullanmak zorundayım) “yavşak” erkeğin “burcucum çok güzel çıkmışsın.” şeklindeki laflarına kanıp kendinizi tanrıça olarak görüyorsunuz. Yani suç salyalarını akıta akıta peşinizden koşan o gereksiz erkeklerde ve buna izin veren sizlerde. Hoşunuz gidiyor
çünkü peşinizden koşulması. Öyle değil mi? Neyse, o başka mesele!



Nedir bu artistik anlamam! Yolda yürüyorum, kendi halimde. Karşıdan bir kız geliyor. Yol biraz dar. Karşı karşıya kalan her iki kişi de kendini biraz sakındığı zaman rahat bir şekilde geçilecek. Fakat yok! Karşıdan gelen kız, ve onun rahatını bozmasına gerek yok. Neden? O bir tanrıça çünkü. Hiç yol vermek zorunda kalır mı? Kalmayınca ben fedakarlık yapmak zorunda kalıyorum. Çarpışmamak için kendimi sakınıyorum. Ama ne zorlukla; Matrix’teki, kurşun gelirken Neo’nun yaptığı hareketin yana doğru yapılanından yapıyorum. Karşıdan gelen Tanrıçanın huzuru bozulmasın yeter ki.


Bir keresinde de dedim ki, ulan (şu an kaba oldum değil mi, bekle), “Bir kere de ben rahatımı bozmayayım.” Ahh ah, demez olaydım. Çarpıştık, kız suratını bir ekşitti ki Ronaldinho onun yanında güzel kalır, döndü, “Sulak yerde mi büyüdün lan!” dedi (kim kabaymış anladın şimdi sen onu). Hobaaa, Tanrıçayı ürküttük, başımıza bir şey gelmeye. Korkup hızlıca yoluma devam ettim.


Sizler neden böylesiniz; üstte biraz anlattım. Bir örnek vererek somutlaştırmak istiyorum: “Facebook denen meret”te hepiniz bir hesaba sahipsiniz. Neden? O platformda değerinizi artırmaya çalışıyorsunuz ve maalesef başarıyorsunuz da. Şahit olunan bir olay, tanrıçalardan biri video paylaşıyor. 10 dakikalık bir video. Paylaşmasının akabinde geride kalan sadece 27 saniyede 8 (sekiz) beğeni alıyor diğer kullanıcılardan. Ey o sekiz kişi; videoyu izleyeydiniz bari, ya da bir açaydınız videonun ne hakkında olduğunu öğrenmek için. Ama yok! Tanrıça paylaştıysa beğenilmelidir, içeriği ne olursa olsun.


Ey zavallılar, işte o sekiz “hödük” yüzünden kendinizi tanrıça zannediyorsunuz. Kendinizi ağırdan satıyorsunuz, küçük dağları ben yarattım havasındasınız. Fakat unutmayın gün gelecek, yıllar geçmiş olacak. Sermayeniz olarak gördüğünüz aynadaki aksiniz, bir gün bakamayacağınız kadar iğrençleşecek.Yüzünüz kırış kırış olacak, fayda etmeyecek hiçbir Avon ürünü. İşte o zaman dışınız da içiniz gibi çekilmez olacak. İşte o zaman içinizle dışınızın ne kadar benzeştiği gün yüzüne çıkacak. Ve işte o zaman anlayacaksınız; bir tanrıça değil de sadece ve sadece bir zavallı olarak yaşadığınızı!



Not: Yazımın başlığını duyan “Tanrıçalar”dan aldığım tehditler üzerine, bavulumu topladım; Madagaskar, Bermuda, Maldivler, Grönland ya da Somali’ye kaçıyorum. Elveda!

Merak Ettiklerim!

Doğumdan sonra büyümeyen tek organımız ‘göz’müş. Bu iyi de, ey burun ve kulaklar, sorarım size… Ölene kadar genişlemeye devam ediyorsunuz, amacınız ne?


İnsan vücudunun %97 mükemmellikte olduğunu düşünüyorum! Mesela, yokluğunda hiç özlenmeyen bademcikler neden var? İlerleyen yaşlarda kulaklarda neden kıl çıkar? Hıçkırık ne iş?
Böbrekten, gözden, kulaktan ve akciğerden ikişer tane var… 20 tane de parmak varken; kalp neden tek? Biri yedekte bekleyip, diğeri sektiğinde devreye girse ya! [Ben -elimde olmadan- bugün de birden çok kişiye aşık olabiliyorsam, asıl sebep bu olamaz!]


İnsan aşık olunca, sol beyin neden kendini yok sayıyor? Gerçi iyi de ediyor… Acaba diyorum, bu sol beyin baştan hiç olmasaydı, dünya daha şefkatli bir yer olur muydu? [Günün sonunda kendi kendini yok eden tek ırk hala insanoğlu.]


Umursamadan söylenen ‘seni seviyorum’lara nasıl kanabiliyoruz? [Oysa, 'umursamak' merak etmektir. Merak eden de fiziksel, olmadı ruhen, olmadı beynen senin yanındadır hep. Sen hissedersin onu, bunu anlatmaya da kelimeler yetmez...]


Yalan söyleyerek beni bir kez kandırabilirsin. Yalanlarına devam ediyorsan ya ben salağım, ya da senin çevren çok geniş! Ayrıca doğruyu söylemek bu kadar kolayken, insan neden zoru seçer ki? [Diyelim seçtin, geceleri nasıl rahat uyuyorsun? 'Anlık alt etmeler' midir bir yalanıcının zafer tanımı?]


Neden herkes bağırıyor? Overlokçu, aygazcı, eskici, hoca, davulcu, sevgili… [Ayrıca tek askere giden veya ilk evlenen de siz değilsiniz... Bir rahatlayın yahu!]


Adamın zamparalığı ‘çapkınlık’ olurken, kadınınki neden ‘kaşarlık’?


Nasıl oluyor da ‘o üç-beş saniye’ için bu denli ‘salak durumlara’ düşebiliyoruz? [Peki... Orgazmı 30 dakika süren domuzların düştüğü durumun bir adı var mıdır?]


Kadına ‘bayan’ diye hitap eden, erkeğe neden ‘bay’ demiyor? [Erkek erkek, kadın da kadın değil mi yahu?]


Arabaların neden iki yanında da benzin depo kapağı yok?


Lezzetli şeylerin çoğu neden zararlı?


İki lafı bir araya getiremeyen adam milyon dolara para demezken, dünyayı daha yaşanır hale
getirmeye çalışan dürüst biri karın tokluğuna eyvallah diyor. Neden vicdanlı ve dürüst olmanın prim
yapmadığı bir dünyada yaşamak zorunda bırakıldık?


İlahi adalet varsa; neden bazı bebekler açlıktan ölüyor, neden doğumdan gelen sakatlıklar var, neden sefaleti yaşayanlar var, neden iyiler az yaşıyor? Neden…?


Bir annenin çocuğuna gösterdiği şefkati, biz neden birbirimize gösteremiyoruz?


[Bilmiyorum demek, uçmak veya yeni sorular eklemek serbest!]

aydgd

Yedi şey!


Hepsi benle ilgili. Yaşadıklarımla.
Belki ucundan işinize yarar.

- Kararsız anlarda kendime şunu soruyorum: ‘Altı aylık ömrüm kaldığını bilseydim, neyi seçerdim?’ [Yeter ki o an bu soru aklıma gelsin. Karar nasıl olsa peşinden geliyor.]

- Bunaldığım anlarda ise sorduğum şu: ‘Aradan iki yil geçse, ben bunu hala dert eder miyim?’ [Cevap hep hayır oluyor, ben de sokağa çıkıyorum.]

- Sürekli şikayet eden ve mutsuz kişilerden uzaklaşıyorum. [Çok sıkıcı oluyorlar.]

- Bana herhangi biriymişim gibi davrananla arkadaş oluyorum. [O yüzden arkadaşım çok! Ancak o sayede de, dostlarla 'en güzel günümüz böyle olsun' diye kadeh kaldırabiliyorum.]

- Hayattaki sıçışlarımla dalga geçtikçe, onları tekrarlamadığımı fark ediyorum. [Ciddiye aldıklarım ise, onlar işte hiç yakamı bırakmıyor.]

- Çok hayal kuruyorum. [Sayıca fazla olunca, biri gerçek oluyor.]

- Ha bir de… Kimseden bir şey beklemiyorum. [Kendimden bile.]

Sevgili cinsel hayatlarını odamda yaşayan böcekler…


Sevgili cinsel hayatlarını odamda yaşayan böcekler,

kış geldiğinde anlamlandıramadığım şekilde tarifsiz bir coşkuya kapılıyorsunuz, buna artık alıştık da, bu işi bizim rahatımızı bozmadan yapsanız? Anatominize çok hakim olmamakla birlikte, havalar soğuduğunda gevşeyen gönül yaylarınız olduğunu tahmin edebiliyorum, siz de canlısınız sonuçta.

Biz insanlar gibi meşk etmek, karı-kız peşinde koşmak, sözlükten hatun kaldırmak falan sizin de hakkınız, ona da en ufak diyeceğim yok.

Ama arkadaş, hadi hatunu aldın, bi cafe’ye felan gittiniz diyelim ki, milletin tabağındaki yemeklerden otlandınız, içkilerinden içtiniz, kafalar hafiften leyla falan, olaylar gelişti…

E kara çocuğum, e kitinli yavrum, bunun yeri benim odam mı lan!?

Bilgisayar başındayım, iş yapıyorum, bi bakıyorum odanın bir köşesinden “piti… pitik…” diye sesler geliyor. Kafamı çevirip ne görsem beğenirsin? Ortam National Geographic olmuş!

Her işin bir adabı var dostum. Hayatımda görmediğim çeşit çeşit formatlarda üzerimde geziyorsunuz ses etmiyorum (ki bir gün çok fena tersime geleceksiniz). Önce boka konup, sonra yemeğime konuyorsunuz ona da ses etmiyorum.

Ama birader, az terbiyeli ol lan! Ben günün her vakti camımda penceremde hayvanlı porno izlemek mecburiyetinde miyim? Ben senin fikfikine tanık olmak zorunda mıyım ya!

Bak odamda ne arıyorsun demiyorum, üstümde ne arıyorsun demiyorum, yemeğimde ne arıyorsun da demiyorum. BU İŞİ NEDEN ODAMDA YAPIYORSUN diyorum sana!

Bi de arkadaş, gel efendi gibi anlat derdini. “Abi durumlar hassas, benim valide de evden gitmek bilmiyor, bana boş ortam lazım. Anlarsın ya *kaşgöz*” de. Bu şekilde delikanlı gel bana, şerefsizim evin anahtarını verir çıkarım. Ama gözünü seveyim beni böyle tiksinç manzaralarla bir başıma bırakma. Sana güzel olabilir, bana değil!

Dediğim gibi efendi gibi gel, yardımcı olayım. Ama bir daha böyle bir ortamla karşılaşırsam ikinizi tek vuruşta alırım, haberiniz olsun.

Efendi olmanız koşuluyla (mânen) öptüm bay.







aydgd

Sevgili Saf…




Sevgili Saf,

Biliyorum doğan gereği her şeye inanıyorsun, elinde değil. Ama bir nebze olsun uyanman için sana liste hazırladım. İyi oku, iyi belle bunları.
Facebook bir yıl sonra paralı olmayacak sevgili saf, sana gelen e-postalara inanma. Keza, yıllardır seni inandırmaya çalıştıkları gibi Hotmail de paralı olmayacak, zaten Messenger ikonu renginin hala değişmemesinden anlamış olman gerekirdi.

Sevgili saf, sana gönderilen yüzü yanmış bebek resmine acıyıp bütün arkadaş listene gönderiyorsun ya hani, gönderme. Çünkü yasal olarak gönderilen e-postaların kimlere gittiğinin listesini tutmaya izin verilmiyor, henüz yani. Belki bir 5-10 sene sonra değişir. İlle de yardımcı olacağım diyorsan, o e-postada verilen telefon numarasını ara bak bakalım; gerçekten yardıma ihtiyaç varsa, yardım edersin.
Hani arada devrik Nijerya kralının karısı sana e-posta gönderiyor ya sevgili saf, paramızı transfer etmeye yardım edersen sana 40 milyon doların %10’unu veririz diye, hah işte ona da inanma. Zaten yönetim şekli Federal Cumhuriyet olan bir ülkede kral olamayacağına uyanmış olman lazımdı yıllar önce.

Sevgili saf, canım arkadaşım, biricik badim. Hani Amerika’dan sana e-posta geliyor ya, büyük lotoyu kazandın diye, yapma gözüm, bunu bari yeme. Başvurmadığın bir lotonun sana çıkma ihtimali var mı hiç? Tıpkı “Bill Gates mirasını dağıtıyor! Bu e-postayı arkadaşlarına iletirsen, e-posta başına 3 dolar alacaksın. Patricia teyze daha geçen gün gözümün önünde 3467 dolarlık çek aldı” e-postası gibi bu loto işi de kandırmaca. Kimsenin kimseye karşılığında bir şey almadan para vermek gibi bir amacı yok.Verecek olsa kendi ülkesindeki birine verirdi; adam Türkiye’nin yerini haritada bulamıyor zaten, seni mi bulacak?

Sevgili saf, e-postanı herkese verme, her gördüğün foruma, sosyal paylaşım ortamına olduğu gibi yazma. Yazacaksan da bari @ işareti yerine (AT) yaz, (EŞEK) yaz, spam botları toplayıp listeye eklemesin adresini.
Ve son olarak sevgili saf, kendisine gelen bir e-postayı arkadaşlarına yaymadı diye bugüne kadar kimse ölmedi, bir anda iflas etmedi, çocuğu kanser olmadı ya da aksine e-postayı arkadaşlarına gönderdiği için 10 dakika sonra bir çekilişten otomobil kazanmadı.

Kendine ve kişisel bilgilerine iyi bak sevgili saf.
Öptüm bay!