3 Ağustos 2013 Cumartesi

Okşayan Eli İtip, Tekmeleyen Ayağı Neden Öper İnsanoğlu?

İnsanız ve insan olmanın da sanırım gedikleri var. Onlar bizim açık noktalarımız. Programlama dilinde geçen ‘bug’lar gibi…

“Kaçanın kovalanması, kovalananın kaçtıkça değere binmesi” çoğumuzun defalarca yaşadığı, yaşarken pek anlamasak da, sonradan hep onay verdiğimiz bir önerme.

Doğru. Gönül kaçanı kovalıyor gerçekten.

Birini seviyorsunuz (çokca sevgili anlamında olsa da, bir arkadaş için bile olabilir) o da bunu anlayınca kaçmaya başlıyor sizden.

Taparsan tepilirsin, tepersen tapılırsın (sanırım bu arkadaşlar arasında “4s” olarak geçen kuralın en düzgün yazım şekli!)

Kötü davranmanın prim yaptığını bilen bir kaçan, kötü davranılmaktan keyif alan bir kovalayan!
Oysa sevmekten güzeli var mı? Birini seviyor ve bunu belli ediyorsunuz. Hatta teslim oluyorsunuz.

Kartları açık oynadığınız ve içinizden geldiği gibi davrandığınız içinse ızdırap çekiyorsunuz. Veya kaygan zeminde zoru oynayıp, gizemli davrandığınızda kuvvetli taraf olup, bu sefer peşinizden gelinen oluyorsunuz.

Her iki tarafta açık oynasa ya kartlarını demek geliyor insanın içinden…


Peki; okşayan eli itip, tekmeleyen ayağı neden öpüyoruz? Tekmelenmek veya acı çekmek bu sevgi denen şeyin olmazsa olmazı mı? Bilerek, isteyerek, hatta zevk alarak kul köle olmak…


Karşımızdakinin bizim bir dediğimizi iki etmemesi, hep alttan alması, daha sık arayıp sorması sanırım bizde “tamam, artık o benimdir” algısı yaratıyor. Ve biz insanoğlu sahip olduklarımızın değerini bilmiyor, hep sahip olamadığımızı istiyoruz.

Tutkular sahip oluncaya kadar yaşıyor.


İçimizden geldiği gibi, hiç frene basmadan yaşadığımız… Gözümüzü telefondan ayıramayıp çalan her telefonun, gelen her mesajın ondan olsun istediğimiz… Fazlaca üstüne düşüp ve onu tepemize çıkarttığımız zamanlar…


İşte tüm bunlar kaçanın kendini olduğundan daha güçlü ve daha bağımsız hissetmesini sağlamıyor mu? Çünkü artık o her istediğini yaptırabilen bir konumda, hem de sizin kendi tercihinizle. Her istediğinizi yapan, her şeyini feda edebilen kişi ise zayıf karakterlidir önermesi burada devreye giriyor; saygı azalıyor, küçümseme başlıyor.


Kovalayan daha bir hırs yapıyor, artan acı da ondaki motivasyonu tavan yaptırıyor. İstenmemenin bile istenir olmaya tercih edilebileceği bir seviyeye geliniyor. Ve… Kaçanın zorbalıkları kovalayanın tutkusu oluyor. [Girdaba bakın!]


Defalarca “yeter artık” demelerin, anlık mutluluklara tercih edildiği zamanlar…

Kimin söylediğini hatırlayamadığım bir söz özetliyor herşeyi: “insan nedense, kendisine ızdırap çektirenlere yeni ızdırap şansları tanımak konusunda çok hevesli.”

Sık olmasa da, tersine dönebildiği de oluyor bu durumun. Kaçanın kovalayan, kovalayanın kaçan rolleri alması. Kovalayan kendiyle “samimi” olabilmiş ve gerçekten yeter demiştir artık. Şimdi acı çektirmekten keyif alan, acı çekmekten keyif alır hale gelecektir.

Kaçan veya kovalayan… Bu hepimizin hayatta en az bir kere gireceği, doğru insanı bulana kadar da kafamızı karıştırmaya devam edecek bir girdap.

Sadece karşılıklı ve gerçek aşklarda bu söz konusu olmuyor. Her iki tarafın da zaten gözü bir şey görmediği için, kaçma kovalama gizem vs gündem dışı kalıyor.

Şimdi diyeceğim ki “size değer vermeyene siz de vermeyin” ancak bu öyle bir kaç kez yaşanmadan öğrenilecek bir şey değil. Dibine kadar yaşanmalı da.

Bu sonuçta bizim biz olmamızı sağlayan bir “bug.” Bu bizim doğal halimiz. Kaçan da, kovalayan da olmuş biri olarak diyorum ki; iyi ki var bu zayıflıklarımız. Gönül sevmek ister, güvenmek ister.

Aşkını pamuklara sarmalayıp sarmak ister!

Peki o zaman ne öğrendim bunca sene?

İzin vermediğimiz kişilerin bizi üzemeyeceğine…

28 Temmuz 2013 Pazar

Aşağıda yazılı olan hikaye, okumayı henüz bitirdiğim bir kitaptan alıntı. Eminim, hayatımızın bir döneminde hepimiz bu hikayede anlatılan taraflardan biri oluyoruz, isteyerek veya istemeyerek, bilerek veya bilmeyerek.
Bir zamanlar, parlak tüyleri, rengârenk kanatları olan bir kuş varmış. Uzun lafın kısası, bakanları neşeye boğarak göklerde özgürce uçmak için yaratılmış bir hayvanmış. Günün birinde kadının biri bu kuşu görüp ona kapılmış. Ağzı hayranlıktan bir karış açılmış olarak, kalbi deli gibi çarparak, gözleri heyecandan parlayarak kuşun uçuşunu seyretmiş. Kuş, onu yanına çağırmış ve ikisi birlikte, nefis bir uyumla uçmuşlar. Kadın kuşa tarifi imkansız şekilde bağlanmış. Ama günün birinde düşünmüş kadın: “Belki de uzak dağları keşfetmek ister?" Korkuya kapılmış. Aynı duyguyu başka bir kuşla yaşamayacağından korkmuş. Ve kıskanmış - kuşun uçabilme yeteneğini kıskanmış. Kendini yalnız hissetmiş. "Ona bir tuzak kurayım," diye geçirmiş içinden. “Bir dahaki sefer, kuş tekrar gelirse, artık gidemesin." Kadın kadar âşık olan kuş, ertesi gün tekrar sevgilisini görmeye gelmiş. Ne var ki tuzağa düşmüş ve bir kafese hapsedilmiş. Kadın her gün gelip, kuşu seyrediyormuş. Vurgunmuş ona ve onu gösterdiği arkadaşları, “Ne şanslı bir insansın!" diye haykırıyorlarmış. Ne var ki, tuhaf bir değişim baş göstermiş: Artık sahibi olduğundan, kalbini çalmasına ihtiyaç kalmadığından, kadının kuşa olan ilgisi sönmüş. Uçamayan, hayatının anlamını dile getiremeyen hayvancık sararıp soluyor, parlaklığını yitiriyor, çirkinleşiyormuş - ve kadın da karnını doyurup kafesini temizlemekle yetiniyormuş.
Günlerden bir gün, kuş ölmüş. Kadın son derece üzülmüş buna ve o andan itibaren onu aklından çıkaramamış. Ama kafesi hatırlamıyormuş bile; onu ilk kez, mutluluk içinde bulutlarla yarışırken gördüğü gün varmış sadece zihninde. Kendini iyice dinlese, kuşun onu heyecanlandıran tarafının dış görünüşü değil, özgürlüğü, hareket eden kanatlarının enerjisi olduğunu fark edermiş. Kuşun yokluğunda, hayatı da anlamını yitirmiş ve ecel kapıyı çalmış. "Niye geldin?" diye sormuş kadın, ölüme.
"Tekrar onunla birlikte göklerde uçabilesin diye," diye karşılık vermiş ölüm.
"Her seferinde gidip gelmesine izin versen, ona olan sevgin ve hayranlığın iyice artardı; ancak şimdi, ona kavuşabilmek için bana muhtaçsın."
İnsanlar doyumsuzdur. İstediğin her şey elinde olsun, istediğin kadar özgür, istediğin kadar zengin, istediğin kadar huzurlu ol; yine de istediğin kadar mutlu olamazsın. Çünkü insanda eksik bir şeyler var. Çünkü insanın içi hiç dolduramadığı boşluklarla kaplı. İnanç değil o boşluk, aşk değil, para değil, hiçbiri değil. Çabalayınca sahip olduğun şeylerle dolmaz boşlukların. Boşlukların sahip olamadıkların senin. Boşluklarınla ayaktasın. Gerçekleşmeyen ama gerçekleşmediği halde yıkılmayan hayallerle doldurursun o boşluğu. Gerçekleşmiyor diye üzüldüklerinle değil, gerçekleşmesini umut etmenle dolar o boşluk, öyle mutlu olursun. Yıkılmasın hayallerin ama gerçekleşmesin de… Düşündükçe yıkmasın seni, düşündükçe gülümsetsin. 

çok şanslıyım

Mesela sabahın 4’ünde beni arayıp uykumdan uyandıran ve bu da yetmezmiş gibi telefonu açtığım gibi şarkı söylemeye başlayan arkadaşlara sahip olduğum için çok şanslıyım. 

  Üzüldüğümde omzunda hiç utanmadan ağlayacağım arkadaşlara sahip olduğum için çok şanslıyım.

  Bir derdim olduğunu daha ben hiçbir şey söylemeden sadece sesimi duyduğunda anlayan arkadaşlara sahip olduğum için çok şanslıyım.

  Ne olursa olsun her zaman yanımda olacaklarını bildiğim arkadaşlara sahip olduğum için çok şanslıyım.

 Onları kovsam bile beni yalnız bırakmayacaklarını bildiğim arkadaşlara sahip olduğum için çok şanslıyım.

Bazen böyle arkadaşlara sahip olmak için nasıl bir iyilik yapmış olabilirim diye düşünüyorum.
benim için cevapsız bir soru.
tek bildiğim onları asla kaybetmemem gerektiği.
asla
Oluyor mu sana da? Seninle gülüp seninle seviştiğim saatlerin yankısı, sarıyor mu benliğini bu saatlerde? ‘‘Kim bilir nerede?’’ diyor musun böyle olunca? Bana olduğu gibi sana da oluyor mu?

| NAH |


Küçükken bi sürü oyuncak ayılarım vardı. Haksızlık yaparsam üzülürler diye korkardım ve ondan her gece uyurken yanıma başka tane alıyordum. Bir oyuncak ayıya bile kıyamayan insandan size ne zarar gelir ki atın işte bi mesaj